15 Şubat 2015 Pazar

İnkisar

Hayal Kırıklıklırına Dairdir

En son yazımın üzerinden kaç güneş doğdu battı bilmiyorum. Ama hayatımın bir döneminde yer etmiş nice insan,yazar,ses artık hayatımda yok. Düşerken tutunduğum tuğlayı rab bellemediğim gibi, bu minvalde söz etmiş nice şahış da artık hayatımda yok. Bana belletilen doğruların, doğruluktan uzak birer yanılsama olduğunu idrak ettiğimden beri, adına Türkiye denen memlektte toplu halüsinasyona maruz kalmış onca insandan biri olarak, sanırım artık kral ve de kral adına konuşanlar çıplak diyebiliyorum.

18 Mart 2013 Pazartesi

Tepenin Ardı filmi üzerine


  Geçen yıl kendisinden çokca bahsedilen Tepenin Ardı filmini dün nihayet izleme fırsatı buldum. Yönetmenin ilk filmi. Kanaatimi baştan belirteyim, bir yönetmenin ilk filmi için iyi bir başlangıç ama sinema dili ve imkanları açısından zayıf bir film.

 Sinema roman değildir. Edebiyata ve romana özgü anlatım tarzları sinemada denenemez. Kırda ağaçlar altında oturan insanların yüzlerine uzun uzun kamera tutmak o karakterlerin iç dünyasını bize anlatmaz. Romanda ve edebiyatın her nevinde sözcüklerle anlatıcının anlatımı ile karakterlerin iç dünyasına nüfuz edebiliriz. Sinemada elbette diyaloğun olmadığı sahneler olabilir. Karakterlerin hareketsizliği ve suskunluğu da filmin geneli dahilinde bir mana taşıyabilirler.Film de bu açıdan bolca heba edilmiş uzun sahneler vardı.
Her sinema filmi eğlendirmek maksadı ile yapılmaz. Kabul. Fakat sinema her daim seyirlik bir sanattır. Bunu yaparken trajediye dayanır. Tepenin Ardın da, trajedi yok değil. Fakat trajedi işlenmeli derinleştirilmeli. Filmde çelişki öğeleri sadece gösteriliyor. Derinleşmiyor. Baldızına tecavüz eden adamın baldızı ile konuşması mesela, 10 yıldır bekar olan bir adamın, klişe yalnızlık sözcüklerine başvurup baldızına tecavüze yeltenmesinde biz karakterin bürünmesi gereken taşkınlığı göremiyoruz, sanki yemek yer gibi doğallık içinde cereyan ediyor hadise. Askerlikten sonra psiklojik problemler yaşayan karakter tüm karakterler içinde en başarılı olarak yansıtılanı.

Burada durup şunları sırlamak istedim

1- Post-travma sendromu yaşayan askerden yeni dönmüş bir genç
2- Köy hayatına uzak biraz şımarık bir ergen
3- Baba topraklarına sahip çıkan ve otoriter, yeri geldiğinde başkalarını cezalandıran ve düşman yaratan büyük ağabey
4-Kır hayatına hapsedilmiş, çaresiz, pekte becerikli olmayan ortanca kardeş
5-Ortanca kardeşin herşeyi kabullenmiş karısı, ve bacanağının tecavüzüne uğraması.
6- İnsana yabancılaşmış Sülü adında ergen bir oğlan

Film, ergenlerin kendi aralarındaki çatışmaları, asker oğlanın kendi iç çatışmaları, kardeşlerin kendi çatışmaları ve tüm bunlar olurken, herkesin yalan söylemesi ve köpeğin ölümü ve nusretin yaralanması nın tepenin ardındaki yörüklere fatura edilmesi üzerine kurulmuş.

Niye bunları sıraladım? Eldeki malzeme güzel. Fakat dağınık. Hatta kalabalık. Yukarıda sayılan tüm çatışmaların ve karakterlerin derinleştirilmesi bir filmin boyunu aşar. Kısa kısa geçilmesi filmi yüzeysel kılar. Sanırım belki tüm bu endişeler nedeni ile yönetmen, karaketerleri teker teker işlemek yerine hepsini bir arada sanki doğal ortamlarında çekmiş geçmiş.

Bir filmi algılamamız biraz da beklenti ile ilgili. Film hakkında daha önce duyduğum bolca övgü, ötekileştirme düşman yaratma vs türünden yorumlar filmle ilgili beni yüksek bir beklentiye soktu. Böyle bir beklentim olmasa daha olumlu bir kanaat uyandırabilirdi. Sonuçta filmi iddiası olan bir film olarak izleyip, o iddianın olmadığı gibi olumsuz bir kanaata ulaştım. Ama tüm bu beklentileri bir kenara koyarsak, yönetmenden daha başarılı filmler bekleyebiliriz.





13 Mart 2013 Çarşamba

Abbas Kiyarüstemi nin Kirazın Tadı Filmi, ne tadı?


Bugün rahatsızlığım nedeni ile işe gitmeyip evde geçirdiğim bir gün oldu. Evvelce bir yerde methini duyup dvd sini aldığım Abbas Kiyarüstemi'nin Kirazın Tadı filmini izledim. Sıkıcı bir film izleyeceğim gibi bir önyargı ile başladım.

 Film Bedii adındaki karakterin bir yerde intihar etmek isteği ve öleceği çukurun kapatılması için birisini arama serüveninden ibaret. Bu amaçla önce genç bir kürt asker, sonra afgan kökenli bir medrese talebesi, en sonunda da yaşı kemale ermiş bir üniversite hocası. Hocanın türkçe okuduğu güzel bir dörtlük tabiiki Azeri şivesi ile. Başkalarının dikkatini çektimi bilmem ama Kürt,Afgan ve Türk.

Kürt genç asker, Bediinin kendini öldüreceği çukura geldiklerinde arabadan kaçar gider. Medrese öğrencisi dini nasihatte bulunur fakat işi kabul etmez. Hoca kendi intihar deneyimi hikayesini anlatır ve nasıl tekrar hayata tutunduğunu anlatır. Dut kiraz meselesini anlatmayım o da film izlenince anlaşılsın.

Bediinin Hocayı bıraktıktan sonra canhıraşhane tekrar hocayı bulup, aslında intihar konusunda tereddüt eder gibi, hocanın onun ölüp ölmediğini anlaması için gerekirse boynundan tutup sarsmasını istiyor ve hocadan ertesi sabah mutlaka kendisine uğraması için söz istiyor. Sanki ölmek değilde, ölmeyi deneyimlemek ve yapabilirse kurtulmak ister gibi.

Filmin final sahnesinde amatör kamera kalitesinde görüntüler ekrana geliyor. Filmin çekim ekimi. Talim Yapan Askerler Bediinin kendini öldüreceği çukurun civarında mola verir.

Bir rivayete göre (kaynak ekşi sözlük, oyuncuların ametör olduğu söyleniyor, teyit edemedim. Bu açıdan bakınca zaten film filmlikten çıkıp bir sosyal deneye dönüşür orası apayrı bir konu).

Bediinin şantiye bekçisine uğradı sıra radyoda çalan şarkı bende bir ünsiyet duygusu uyandırmıştı, meğerim afgan şarkısı imiş.(khuda bowad yaret Ahmad Zahir)

Bedii nin intihar yolculuğunda İran'ın yoksul iç burkan yerlerine gezintiye çıkarıyor yönetmen bizi.

Bildiğimiz film klişelerine uyan bir film değil. Bir deneyim olarak izlenebilir.Ama şahsi fikrim iyi bir sinema eserinden ziyade yönetmenin derin buhranı ile karşı karşıyayız.

Sansür mü Gazete Patronların'ın ihale kovalama derdi mi?


Özellikle 2007 den başlayarak devam eden siyasi iktidarın basın üzerindeki baskısından sıklıkla şikayet edilmekte. 2002 ila 2007 arasındaki dönemde de 5 yıl iktidar olan AKP nin her nedense basın üzerinde baskısı olmaz iken 2007 den günümüze birileri tarafından hep baskı ve sansürle suçlanagelmiştir.

 Türk Basınının siyaset ve ekonomi ile olan kirli ilişkisi malum, uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. 80ler ve 90 larda medyanın siyaset üzerindeki operasyonları malum. Özellikle 90 larda Korkmaz Yiğit meselesi, Mesut Yılmaz'ın kirli ilişkileri, 28 Şubat goygoyculuğu basınımızın pek temiz olmayan mazisinde önemli dönüm noktaları.

Türkiye göte göt denemeyen bir ülke olduğu için ve dahi doğru söylemenin bir bedeli olduğu için kimse kalkıp şu soruyu sormuyor. Yahu sizim medya patronlarınız medya dışında binbir ticari faaliyet yürütmekte ve bu faaliyetlerin çoğunluğu devlet ihaleleri ile elde edilen faaliyetler değil mi? En son Milliyet Gazetesinde Hasan Pulur ve Hasan Cemal'in sansürlenmesi gündeme geldiğinde bunun bizzat patronaj meselesi olduğunu duymayan kaldı mı? Hükümetin fiili yada ima yolu ile bile baskı uygulamasına gerek var mı? Hayatı yağlı ballı ihale kovalamakla geçen patronlarınız neden 2002 ile 2007 arasında ana akım medya da mevcut iktidara şiddetli bir muhalif çizgi izlerken seslerini çıkarmadılar da, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra kendi içlerindeki sivri sesleri tırpanlamaya başladılar.

Olayın aslı ve esası şundan ibaret, türkiyedeki elit 2007 yılına kadar AKP nin muktedir olduğuna inanmadı. Onlar hala eski zinde güçlerin işbaşında olduğunu ve iktidarın ilelebet onlarda olduğu vehmi ile kendilerine tevdi edilmiş muhalefet görevini en aşağılık biçimde yerine getirdiler. Ne zamanki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde konu referanduma gitti, AKP kapatılma davası istedikleri gibi sonuçlanmadı ve daha sonra AKP zinde güçlerin mevkilerinin zaptu rapt altına aldı, o zaman akılları başlarına dank etti. Ve göbeklerinden bağlı oldukları ve devlet eli ve imkanları ile elde ettikleri servetleri nedeni ile sahiplerinin kim olduklarını farkettiler.
Hiçbirisinin temiz yoldan elde edilmiş servetleri yoktu. (Sadece onların değil, yeryüzünde acaba temiz yolla servet elde etmek imkanı varmıdır?). Ve Uzan olayından da anladılarki, kirli işlerle ve ilişkilerle elde ettikleri servetleri devletin gazabı ile birgünde yerle yeksan olabilirdi.

Eğer Türkiyede kategorik olarak bir sansür faaliyeti olsa idi Sözcü, Cumhuriyet, Aydınlık vs türünden devamlı bel altına çalışan sözümona muhalif gazeteler yasaklanırdı. Tüm bunları söylerken AKP nin sütten çıkmış ak kaşık olmadığını belirteyim. Hatta pek te temiz olmadığını söyleyim. Lakin medyanın feveran ettiği konu kendi pisliğidir. Hükümetin günah ve sevapları ayrı bir konu.

Medya-İktidar ilişkisinin tabiatı gereği saf masum bir ilişki olamayacağı aşikar. Bu tüm dünya için geçerli. Dünyanın hiçbir ülkesinde yerleşik ana akım medya "halkın haber alma özgürlüğü" gibi safiyane niyetlerle çalışmaz. Medya finans kapital ve iktidar tarafından dizayn edilen bir organdır. Gerçek anlamda bağımsız bir medya mümkün müdür? Eğer sağda soldaki haber bloglarının toplumları etkileyebileceğine inanıyorsanız mümkün? Ama unutmayın Wikileakes davasında birçok ülkede siteler kapattırıldı ve yayıncı Julian Assange tutuklanmaya çalışıldı.






28 Şubat 2013 Perşembe

Tarık Tufan'ın "Ve Sen Kuş Olur Gidersin"'i üzerine


 Bu kitap Tarık Tufan'ın ilk okuduğum kitabı. Tarık Tufanı daha ziyade tv den tanıyorum. Naif bir insan. Kitap hakkında bir kaç kelam eylemek isterim.

 Bu kitabı Tarık Tufan'ın twitter hesabından duydum sanırım. Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi, artık kitaplardan haberdar olma mecralarımız da değişmeye başladı. Kitabın muhteviyatından bihaber olarak biraz da yazarına duyduğum sempati nedeni ile aldım.

 Kitap ilk bölümünde bir deneme kitabı izlenimi veriyor. Sayfalarca süren monologlar. Sonra kahramanımız hikayesini anlatıyor anlatıcı. Naif bir hikaye. Kahramanın yürek ağrısını seziyorsunuz. Ama böyle çok incelikli, bol detaylı bir kurgu değil. Ama dediğim gibi naif bir hikaye, ve böyle hikayeler mükemmel matematik kurgularla yazılmıyor zaten. Okurken yer yer diyalogların gerçekçiliğine takılmadım değil. Ama hikayemiz diyaloglar üzerinden yürüyen bir hikaye değil. Bu sebeple çok sırıtmıyor, belki de yazarın bilinçli tercihi, belki de bizim dikkatimizi kitap boyunca sınırlı sayıdaki diyaloglar yerine kahramanın iç dünyasına çekmek istiyor.

Hikayenin başlarında, sanki yazarın kendi hayatından izler var gibi geldi. Sonra hikayenin tamamı anlatılınca kurgu olduğunu anladım, ama yine de yer yer kahramanın kalp sızısını fazlasıyla hissediyorsunuz, hikayede yazarın kendinden bir şeyler var.

Okuyacaklara spoiler vermemek için, değinmek istemiyorum ama hikayede atlanan yerler var. Kahramanın daha ergenlik çağında iken aşık olduğu komşusu Nazlı gibi. Nazlı evli biri.. Ama hikayenin devamında Lola çıkıyor karşımıza, ama o da evli.

 Ben bu kitabı çok iddialı bulmadım, yazarın da o maksatla kaleme almadığını düşünüyorum. Yani oylumlu bir hikaye yok karşımızda. Daha doğrusu hikayemidir romanmıdır, o da belirli bir kalıba sığacak türden değil. Kitabı bitirdiğinizde size kalan bir kalp sızısı. Okumaya değer mi, kesinlikle evet.

26 Şubat 2013 Salı

25.02.2013 Haber Turk TV Öteki Gündem Programı ve Bir İsmet Özel Performansı


 Dün akşam geç saatlerde birazda uykunun tutmaması ile 23:30 da Haber Türk TV de Öteki Gündem programını izledim. Programın konukları İsmet Özel ve Aytunç Altındal idi. Konu ise Türklük.

 İsmet Özeli bilenler için İsmet Özelden yeni bir şey sadır olmadı. Ben daha ziyade onun üslubu ile ilgili yazacağım. Dakka bir gol bir mahiyetinden, Aytunç Altındal ın tespiti ile ilgili, 8. sınıf pozitivist lafları dediğinde ben kendi adıma ekran karşısında utandım. Bu alenen hakaret. Tamam adamın dediğine katılmıyorsan katılma birader, şunu demek zor mu "bu tespitleriniz gerçeği yansıtmıyor".

Gelelim genel uslübuna, İsmet Özel meramını ifade edemiyor, hele zihinsel hazırlığı olmayan konularda yani pat diye birşey sorulduğunda bin dereden su getiriyor. Adam öyle bir türk tanımı veriyor ki, ne deve ne kuş. Aslında meramını çok net ifade edebilir. Yani şunu dese olay kolay olacak, Türklük etnisite değil, 10 asır önce Anadoluda müslüman halklar tarafından inşa edilmiş ve varlığını kafir ile gazaya borçlu bir kavramdır. Ama bunu demiyor. Daha doğrusu kıyısında dolaşıp duruyor ama net cümlelerle söylemiyor. Çünkü ona göre bu tanım hem doğru hem yanlış, çünkü İsmet Özel in kendi derdi, Türklüğün gelecek tasavvuru olması. Yani benim net dediğim tanım, onun esas derdi olan istikbalin elde edilmesine mani. Fakat ortaya bir iddia atıyorsanız onu temellendirmek durumundasınız. Namaz kılmayana Türk denmez diyorsanız, müslüman olmayan Türk değildir diyorsanız, vs. vs. daha sonra ben sofuluktan bahsetmiyorum diye açıklama yapmak zorunda kalmayacaksınız. Çünkü siz bir TV programındasınız.

Beni şoke edense, süvari birliklerinin kaldırılması ile ilgili tuhaf sözleri oldu. Kuranda övülmüş hayvanımızı yok ettiler, at vebası adıyla öldürdüler, ordudaki süvari birliklerini kaldırdılar. Süvari birlikleri 2. dünya savaşında motorize birliklerin giremedikleri yerlerde ordulara üstün manevra kabiliyeti verdi, felan.

Mantık sakat. Doğru bilgi parçaları var ortada, ama bunlarla iddiası arasındaki illiyet bağı zayıf. Hatta şunu diyelim; İsmet Özeli dinlemek bir makalenin sadece başını ve sonunu okumak gibi. Neticeye nasıl ulaşıldığı hep muğlak. Ama o bu muğlaklığı yıllardır üslübu olarak kullanıyor.

Hülasası şu dostlar, Necip Fazıl dan bir mit yaratmaya çalışan türk islamcısı, yine bir şair olan İsmet Özel den de bir mit yarattı. Birincisi fazlasıyla ideolog olmaya meyyal idi, ama bunu yapacak ne beşeri ne dini hiç bir ilme sahip değildi. O yüzdendir ki bugün o anlamda müntesibi kalmada, bir nostalji öğesine dönüştü.
İkincisi ise, neye ne kadar vakıf olduğunu hiç bir zaman bilemediğimiz, çünkü hep muğlağın sınırların hep üst perdeden konuşan, birine dönüştü. Sahi ne demişti, ben Arapça bilsem siz o zaman görecektiniz bendeki egoyu. Şair egosundan bir necat yolu çıkmıyor. Zaten necat yolu aramaya da gerek yok sanırım.





5 Şubat 2013 Salı

Bab'Aziz


Bu filmi Dücane Cündioğlu'nun tavsiyesi üzerine izlemeye karar verdim. Dücane'nin gazete yazıları bırakmasının ardından filmden çokca bahsedilmişti, bilenler bilir.

Filmin konusu hakkında spoiler vermeyeceğim. Sadece üzerimden bıraktıklarından kısaca bahsetmek istiyorum.

 Filmin yönetmeni batıda gittikçe vulgarize olan (sakallı vahşi terörist) müslüman imajına karşın, islamın başka bir yüzünü, sufileri anlatıyor. Daha doğrusu yaşlı bir dervişin çölde geçen ve ölüme giden yolculuğu. Tabii arada prensin hikayesi, dervişlerin çölde toplanması vs.

Film klasik bir kurgu üzerine inşa edilmemiş, sufi kültürüne, sufi klasik eserlerine çok fazla gönderme var. Masalsı bir hava içinde geçiyor diyebiliriz.

Film beni sınırda bıraktı, yani zaman zaman oryantalist bakış açısı ile abartılı sufi mistizmi ve gerçek sıradan sufiler in arasında sınırda bir yer. Ama kal olmayan hal olan (şapkalı a lar a dikkat) ı belki başka türlü anlatamayacaktı.

Kesinlikle izlenmeli diyeceğim bir yapıt. Hele filmin başındaki Şam Emeviye camii imamı Hamza Şakur'un enfes kıraati...